vuslat'a dair..

Asli değerlerimize olan firkatimizin devası, vuslat ile hasıl olur zannındayım Hira.

Maddesel anlamda hissettiği varlığına karşın neden ruhunun derinliklerini keşfeylemek istemez insan şu alemde? Ellerinin arasından kayarcasına akıp giden zamanın başıboşluğuna bırakıverir kendini şuursuzca.. Yaşamın karmaşasına temaşa eyler ve dokunduğu an bi parça olur ondan gaflete dalarak. Oysa bu hayatın yakıcılığında hem-fikirdik kal-û bela’da. Acımışlığı tatmıştık, tâ daha gözlerimizi açmadan bu dünyaya..

Düşünüyorum da; her çıkmazda bir başkasını işaret etmekten, suçlamaktan imtina etmedik mesela. Oluşan her sorunun müsebbibi hiç kendimiz olmadık niyeyse! İşaret parmağımız en son ne zaman doğruldu ki kendimize? Hiç! Hatırlamıyorum bile..

Sadakat mesela Hira. O ki etrafımızdaki insanları en çok onunla yargılarız. Peki neyi ifade eder özünde sadakat? Bir başkasına, sevdiklerimize olan bağlılık ve güven ifadesi midir yoksa insanın kendi benliğine olan öz-saygısı mıdır acaba? Kavramların ağırlığını neden başkalarına yüklüyoruz ki Hira? Onları kendimizde görmeli değil miyiz evvelden?

O hep sitem ettiğimiz samimiyet ya da Hira, kendi benliğimize olan samimiyetsizliğimiz değil midir acaba? Gerçek manada oturup sorguladık mı samimiyetimizi hiç? Gülümsemelerimiz, hedeflerimiz, süslü sözlerimiz, her şeyimiz.. Söylesene! Ne kadarı yapay veya kendimizi kandırmak için, ne kadarı gerçekten annemize duyduğumuz sevgi gibi saf, katıksız ve en kalbi derinliklerden yüzeye çıkmış ayırt edebiliyor muyuz merak ediyorum gerçekten…

Okuduğumuz kitaplar adedince kendimizi de okuyabilseydik keşke diyorum Hira. Kimseleri yargılamadan evvel kendi benliğimizin yargıcı olabilseydik ya da! Seçimlerimiz, tercihlerimiz, bakışımız, ölçülerimiz, beklentilerimiz.. Her biri ayrı bir muamma zira..


Asıl sorunun yanlış tercihlerimizden doğduğuna ihtimal verebildik mi hiç acaba? Ve kendiyle beraber var-olan doğrularımızı da götürüyor oluşunu.. Öyleyse soruyorum; kendi tercihlerimizin esiri değil miyiz sence de?

İnsanlarla olan ölçümüz “gelen ne getirdi ki giden ne götürsün?” sorusu olmalı değil mi? Bize bir şeyler katmayan, aksine var-olanlarımızı parça parça koparan, bizleri gerçekliğimizden uzaklaştıran kimseler kendi tercihsel yanılgılarımızdan kaynaklı ise başkalarından evvel kendine kızmalı değil mi insan?

Suistimal edilecek kadar gösterilen yakın mesafelerden sorumlu olan ta kendimizdir zannımca. Suçu başka yerde aramalı değil insan..


Katlanmak zorunda kaldığımız değil, gerçekten kendisinden razı olduklarımız kuşatmalı değil mi dört yanımızı? sen gibi mesela Hira!

Fazla fedakarlığın fazla vefasızlık getirdiği bir dünyada, güneşin dahi mesafe ölçüsünün ölüm ve yaşam getirdiği hassas bir alemde insanlarla olan ölçümüzü gözardı etmek ne denli aklidir Hira?

Yitip giden duygularımız, hayatla en hassas bağlarımız olmasına rağmen bir bir kaybetmeye devam ediyor gibiyiz sanki Hira. Sıra kendimize olan güvenimizi kaybedene kadar sevdiklerimizden bir bir eksilterek geliyor acımasızca!

Sana sesleniyorum en derinlerden, duy çığlıklarımı Hira.. Tut avazımın en doruğundan ve bırakma, terk etme karanlıklara.. Benden öte bir alemin umudusun sen. Duyulmamış yankıların aydınlığa kavuştuğu bir iyilik meleğisin sen.. Karanlığa hapsolunan yankıların esaretini kıracak olan umudusun kırgınlıkların sen..

Bir ‘güzelcik’,
Hira’sın sen..