“İçimde katledilmiş bir canlı var ve bütün hayatım ona can verme çabasıyla geçti.” diyerek özetlemiş aslında şair [Samuel Beckett], kendi benliğimize yenilmişliğimizin hayat hikayesini.. Her ne kadar dışarıya yansıtmıyor olsakta; benliğimizi kasıp kavuran, çelişkilerimize dair cevabını aradığımız çok soru vardır muhakkak. Ve nefsine dair soruları kendi potasında eritmesi imkansız denecek kadar zor bir süreçtir insanın. -çocukluğumun değil!- Kocamışlığımın kahramanı, Küçük Prens’in de deyimi ile;
Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.
Üstad İhsan Fazlıoğlu’nun; “Uyuyan bir adamı uyandırmak kolaydır ama uyuma numarası yapan bir adam çok zor uyandırılır. Derdi olmayan insanlar ise hiç uyandırılamazlar çünkü onlar zaten ölüdürler, ama defnedilebilirler. Tembellere gelince; tembel, defnedilemeyen bir ölüdür..” vecziyle canlandı muhabbetimiz.
Bu güzel veciz bağlamında tembellik ve dert arasında yaşadığımız keşmekeşi irdeleyelim dedik madem. Zira birçoğumuz dertli olduğumuzu iddia ediyor fakat bir o kadar da yerimizden kıpırdamıyoruz! Öyleyse şimdi biz hem dertli hem tembel miyiz yoksa yerimizden kıpıdamayışımızın sebebi aslında dertli olmadığımız gerçeği mi? diye aklımızı, hatta vicdanımızı kurcalayan bu soruyu ilettik büyüklerimize. Umduğumuz cevap; tembelliğimizin dertli olmadığımız gerçeğinin yüzümüze çarpılmaması olsa da bu kaçınılmaz sonu tahmin etmekte zorlanmıyorduk aslında. Nitekim öyle de oldu. Merhamet barındıran bir tenkit, kulağımıza küpe bir nasihat olarak aldık cevabımızı:
el-cevab
Bize bir yandan Hanbeli fıkhı/ahlâkı dayatılıyor; yani amel, imanın bir cüz’üdür deniliyor. Diğer yandan ise ameli olarak tembellik yapanlar, sözlerini yerine getirmeyenler, sorumluluklarını ciddi bir mazaret olmaksızın savsaklayanlar meydandan eksik olmuyor. Bu durum tabi ki açık bir tutarsızlıktır. Dolayısıyla dertli olan tembel olmaz, olamaz. Oluyorsa, dertli değildir; dertli görünüyordur. Yani aslına dertli değil, sadece o imaja sahiptir.
Öyle ya; kucağına doğduğu cemiyet hayatının sosyal zemininde, “dertlilik” para ediyordur, itibar görüyordur, alkışlanıyordur. O da nefisperest olarak bunların düşkünüdür. Dolayısıyla dertli pozları ve kimliğini ibraz etmekten imtina etmez ancak hakkını vermeye de hiç yanaşmaz. İşin hep hazırına, kolayına taliptir. Önceden kemikleşmiş ve asgari düzeyde durumu kurtaran usûl ve vasıtalara yapışır. Ciddi emek, sabır, fedakarlık isteyen işlerde hep sudan bahaneleri mevcuttur.
Dertli ise ufuk, vizyon, muhayyile sahibidir. Emek, gayret ve sabrı kuşanır. İmkansızı öldürür; zoru öldürür. Uzun lafın kısası, dertli tembel; tembel ise dertli olamaz..Âşık Paşa’nın da dediği gibi;
Kavuşmak istediği gül olanın,
inlemesi bülbül gibi olur.
Her birimiz “atalet zindanı”ndan azad oluruz inşallah..
Kıymetli hocalarımızın bu değerli tesbitlerine kulak verdikten sonra amin diyerek dualarına şükranlarımızı iletiyoruz kendilerine. Evet sorduk, cevabımızı da aldık ama aldığımız cevap üzerine düşündükte aynı zamanda! İşte şimdi söz bu düşünceleri ifade etmekte…
Mevzu iman-amel ilişkisine gelmişken:
Her her ne kadar “İman amelden bir cüz müdür?” sorusunu halen tartışıyor olsak da [“Bazı soru/sorunlar, çözmek için değil, insanlığımızı devamlı anımsamak için sürekli uğraşmamız gereken soru/sorunlardır” İ. Fazlıoğlu] redd-edilmeyen gerçek; kemâlî bir imanın, ameli cüz ile doğru orantılı olduğudur. Üstad Fazlıoğlu’nun; “kadîm kültürümüzde ilim tek başına var-olmaz; amel ile birlikte varlığa gelir; daha doğrusu birbirlerini birlikte var-ederler.” deyimi de mirasçısı olduğumuz bu iman bilincinin vazgeçilmez şiarını yansıtan kültürel kodlardandır. Nitekim Allah Resulü Aleyhisselam’ın da ashabından Zeyd bin Harise’ye sorduğu üzere:
“–Ey Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir ispatı vardır. Senin îmânının hakîkatinin ispatı nedir?”
sorusu mühim bir örneklik teşkil ediyor olsa gerek bizlere bu konuda…
Evet, kıymetli hocalarımızın çelişkimize ışık tutan; “dertli tembel; tembel ise dertli olamaz..” sözüne binaen, ciddi bir sorgulama yapmamız gerekiyor benliğimize:
tembel miyiz, dertsiz miyiz?
Her iki ihtimalin de birbirinden acı olduğu bir noktada, hangi birini bir diğerine tercih edebilir ki insan? Sözümüzü amele dökemediğimiz noktada, tembelliğimizi; belki de aslında var-olduğunu sandığımız ama var-olmayan derdimize kalkan olarak kullanıyor olamaz mıyız? Zira âb-ı hayatın temsili olan dert ve iştiyak akıntısının önünde hiçbir bahanenin set olarak durabileceğine kim inanmakta?
Basit bir mantık ve anlamsal bütünlük açısıyla değerlendirilecek olunursa; eğer dertli olduğumuzu iddia ediyorsak, tembellik bu iddianın bir sonucu olarak literatürde yer alamaz. Nitekim: Alemin işleyişinde; kadir-i mutlak olanın sonsuz kudretiyle illiyyet söz konusudur. Her şey birbirine ardınca bağlı esbâb dairesince hareket eder. Zincirdeki herhangi bir halkanın kopukluğa uğraması aradaki bağlamı tamamiyle yok eder. Dert ve iştiyak kavramlarının hayat bulduğu evrelere bakacak olursak; anlamlandırılmış bir bilinç derdi, dert heyecanı, heyecan hareketi, hareket iştiyakı, iştiyak ise kendiyle beraber üretimi meydana getirir…
Yok eğer dertli olduğumuz halde tembel olduğumuzu iddia ediyor isek!
Tembelliğimiz; asli bilince ermemizin önündeki düşünsel tembelliğimizi ifade eder zannımca. Bu tembellik sarmalına, başka da bir tanım bulmak ne kadar mümkündür bilemiyorum.. Diğer türlü bir düşünce derd-in özüne aykırı olmalıdır!..
Zafer ile değil sefer ile mükellef olduğumuz bu çetin yolda Üstad Fazlıoğlu’nun da belirttiği üzere; “insanın seferi de, kendinden başlar; kendiyle devam eder; kendinde biter…” Öyleyse:
Derdin neşv-ü nema bulması; varoluşsal anlam arayışının başlaması ve taklidten tahkike yapılan yolculukla başlar diyebiliriz.
Zira; sorgulanmamış, üzerinde tefekkür ve tedebbür edilmemiş bir varlık, hikmetin gölgesinde erimemiş olan sloganik bir kimliğin meydana gelmesi demektir. Dolayısı ile hamasi sloganikliğin reçetesi, asli bilince kavuşmak adına varoluşsal anlam arayışının kemale ermesinden geçmektedir.
Asli bilinç doğurgandır. Bu doğurganlık çok-anlamlı bir nüfuza sahip olmakla beraber duraganlığa mahal vermeyen bir hareket etkisine sahiptir. Dert dediğimiz şey asli bilincin yerine oturmasıdır. Bu bilincin yerine oturması ise tarifsiz bir adanmışlık ruhunu meydana getiren ve amelin kemale ermesi adına zincirleme bir hareket sarmalını oluşturan heyecanı doğurmaktadır.
Hazır söz heyecana gelmişken belirtmekte fayda vardır ki:
“Tarih sayfalarındaki her büyük ve üstün hareket, heyecanın bir zaferidir. Heyecanın yer almadığı bünyede üretkenlik söz konusu değildir.” [Ralph Waldo Emerson]
Heyecan derken; gerçek bir heyecandan, gerçek bir aşk ve iştiyakten bahsediyoruz. Yoksa; herhangi bir ortamın o anki duygusal atmosferinden etkilenerek meydana gelen suni bir heyecan, şişirildikten sonra havanın içeriye hapsedilmeden gökyüzüne salındığı bir balon gibidir! Bu şekilde oluşan suni bir heyecan sonuca varmadan süreç içinde kesintiye uğrayacaktır. İktisad edilmeden verilen söz; bu yolda tıkanış süreci sonrasında tutulmayan sözler olarak algılanacak ve Fazlıoğlu’nun bir ifadesiyle “sadece sözde kalmak, bir süre sonra riyakârlığa neden olur” deyimine ithafen çevre nazarında verilmiş sözlerimize gölge düşecek, samimiyetimiz bu yargıya evrilecektir. Ve bu kırılmaların tekrarlanmasıyla oluşan kısır döngü zamanla kişinin kendine olan öz-güveninin de olumsuz ölçüde etkilenmesine neden olarak büyük felaketin habercisi olacaktır.
Bugün belli başlı bahanelere sarılarak tutulmayan sözler, bu suni heyecanın bir eseri olmalıdır. Ki bu gidişat Müslümanların iş taksiminde birbirlerine olan güveni sarsmakta ve; “Müslüman, müslümanın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. hadis-i şeriflerine tamamiyle ters düşmektedir. Bu tezatlıkların meydana gelmesi; zamanla Atasoy Müftüoğlu’nun da ifade ettiği: “Kendileri ile sorumluluk alışverişi yapabileceğimiz insanların sayısı azalıyor.“ söylemindeki gibi, ortak paydalar, ortak dertler üzere kurulan değerli dostlukların bu sebepler ötürüyle aşındığı bir süreç hasıl oluyor.
Peki; rehberlik, teşvik ve seminerler ne için vardır?
Bizi harekete geçiren bir imanımız vardır, olmalıdır! Rehberlik, teşvik, motivasyon temalı seminerler, söyleşiler bizi harekete geçirmekten ziyade hareketimizi diri tutması gereken dinamiklerdir. Şayet bu bizi doğrudan harekete geçirecek olan dinamikler olmuş olsaydı, bunlardan birini kaybettiğimiz anda hareketimizi de kaybetmiş olurduk. Öyle de oluyor! Bizden önceki yaşanmışlıkların bir tecrübesi ve nefse karşı galebe çalmanın bir mücahede öyküsüdür dinlediklerimiz. Yoldaki dikenlere karşın bir uyarı, bir yol haritasıdır. Dağınıklığımızı disipline eden etkili söylevlerdir.
Allah Azze ve Celle, atamız İbrahim Aleyhisselam için; “Şüphe yok ki, İbrahim tek başına bir ümmetti” ifadesini kullanmaktadır Ayet-i Celilesinde. Anlıyoruz ki; bir başımıza olduğumuz bireysel yolculuğumuzda bizi harekete geçirecek olan imanımız, inancımız ve Rabbimize olan emânımızdır. Bunun haricinde derdimizi canlı tutma çabası olarak duamız yer alır. Bu dua karşılığında, ; derdimizi ve yükümüzü; ortak bir paydada, faaliyette, projede, mekanda paylaşabileceğimiz yol arkadaşlarının önümüze çıkması birer lütuftur. Tıpkı Allah’ın ateşe atılan İbrahim Aleyhisselam için; “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” emrinde bulunduğu gibi…
Acı da olsa; kendimizle, gerçeklerimizle yüzleşmeliyiz. Hele hele, idealleri olan(!) bir nesil olarak… Mesele sadece yüzleşmekle de kalmıyor pek tabii!.. Bu yüzleşmeyi güzel bir sonla neticelendirmek ve ciddi bir sorgulama neticesinde insan olarak yaradılmışlığımızın derinliklerinde yer alan o hazineye gerçekten ulaşıp, taklidten tahkike giden yola kapıyı aralamalıyız. Canımızı feda edebileceğimiz gibi ömrümüzü de feda edemiyorsak samimiyetimizi sorgulamalıyız! Ömrün fedası demek; zamanımızın boş vaktini değil, zamanın bizatihi kendini O’na adamak demektir. Adanan vaktin değerli kılınması ise tüm çaba ve gayretin sarf edilmesiyle mümkündür ancak. Bu uğurda; kişinin kendine olan öz-saygısıyla beraber, sabır ve sebat zırhını kuşanmasıyla, sahadaki varlığına verimlilik ve devamlılık katılmasıdır.
Ve unutulmamalıdır ki: Güneşin ışık, ısı ve yaşam kaynağı olmasının sebebi kendi bünyesindeki yanmışlığıdır. Evet, yüreğinde bir yangın olmadan; çepeçevre kuşatan bir aydınlık ve içten bir sıcaklık saçamaz insan dört bir yanına. İşte topluma yaşam kaynağını sunacak olan o yangın da ancak ve ancak asli bilincin oturduğu derttir…